© Ak Gazete 2015

Ahıska Türklerinin Sürgünü-14 Kasım 1944

İkinci Cihan Harbi’nde Sovyetler Birliği’nin sosyalist lideri Stalin, Ahıska’nın eli silah tutan gençlerini Almanlara karşı savaşa sürerken, geride kalan analarını, babalarını, eşlerini, çocuklarını 1944’te hayvan taşınan yük vagonlarına doldurarak kanlı bir yolculuğa çıkardı

Şimdi Gürcistan sınırları içinde olan Ahıska, 1828’de Osmanlı ve Rusya arasında imzalanan bir antlaşmayla Ruslarda kalıyor. Kırım Savaşı’nda Ahıskalılar Osmanlı’nın yanında yer alıyorlar. 93 Harbi’nde Ahıska’dan Anadolu’ya göçler başlıyor. Birinci Cihan Harbi sona erince Ahıskalılar Kars Milli Şurası’na dahil oluyorlar. 1921’de Ankara Hükümeti ile Gürcistan arasında yapılan bir anlaşma ile Batum’un yanısıra Ahıska Gürcülere bırakılıyor. Güney Kafkasya’da Sovyet yönetimi hakim olunca Ahıska ile Türkiye’nin ilişkisi tümüyle kesiliyor.

1930’larda Ahıska’dan Türkiye’ye gizli göçler başlıyor. İkinci Cihan Harbi’nde Stalin Ahıska’nın eli silah tutan gençlerini Almanlara karşı savaşa sürerken geride kalan analarını babalarını, eşlerini ve çocuklarını 1944 yılında, bir gece yarısı hayvan taşınan yük vagonlarına doldurarak kanlı bir yolculuğa çıkardı. “Kısa sürede geri döneceksiniz, yanınıza hiçbir şey almayın” denilen 70-80 bin civarındaki Ahıskalı kara kışta ölüm trenine dönen bir yolculuğa çıkarıldılar. Hastalıktan, açlıktan, havasızlıktan çoğu çocuk ve yaşlı olmak üzere 14 bin ile 20 bin arasında Ahıskalı vagonlarda can verdi. Ölüler Sovyet askerleri tarafından karlı arazilere, boş çukurlara atılarak kurda kuşa yem edildi. Ruslar, “Sovyet Hükümeti’nin Türkiye ile savaşma ihtimali var. Siz bu savaşta Türkiye’den yana tavır korsunuz. Bu nedenle sizi geçici olarak sürgün ediyoruz” şeklinde bir gerekçe öne sürerler. Ahıskalılar Kazakistan, Kırgızıstan, Özbekistan’a dağıtıldılar. Stalin’in savaşa gönderdiği 40 bine yakın Ahıskalı’dan geride kalan 15 bin kadarı yurtlarına kahramanlık madalyalarıyla döndüklerinde boş ve harap olmuş evlerle karşılaştılar. Sosyalist Sovyet lideri Stalin’in vefasızlığı karşısında şaşkına dönen Ahıskalılar madalyalarını parçalayarak, aielerini bulabilmek için aylarca, yıllarca oradan oraya koşturdular. Stalin’in sudan gerekçelerle toplu sürgüne maruz bıraktığı müslüman halklar daha sonra yurtlarına dönebildikleri halde sadece Ahıskalılar bu haklarından mahrum edildi.

Garip Türk ölüm treninde doğdu 

Ahıskalılar Vakfı Başkanı Mehmet Oğuz’un verdiği bilgilere göre, Ahıskalıların bir kısmı 1959’da başta Azerbaycan olmak üzere çeşitli bölgelere göç ediyorlar. 1989’da Özbekistan’ın Fergana Vadisi’nde bir kırıma daha uğruyor Ahıskalılar. Sebebi tam olarak anlaşılmayan olaylarda yüze yakın insan hayatını kaybediyor. Özbek kisveli katiller çoluk çocuk demeden Ahıskalıları buldukları yerde öldürüyorlar, evlerini yakıp yıkıyorlar. Bir üçüncü göç dalgası böylece başlıyor. Ahıskalılar Azerbaycan, Ukrayna ve Rusya’ya dağılıyorlar. 1990’ların başında Türkiye’ye gidişler başlıyor.

Geçenlerde Bakü’de yapılan Ahıskalılar Kurultayı’nın organizatörlerinden Ahıskalılar Vakfı Başkanı Mehmet Oğuz, çeşitli ülkelerde olmak üzere 350-400 bin arasında Ahıskalı göçmen yaşadığını kaydederek, “Benim dedelerim 93 Harbi’nde Türkiye’ye gelmişler. Bir kısmı Erzurum, Erzincan ve Çorum’a dağılmışlar. Çoğunu tanımıyorum. Ahıskalılar Vakfı olarak kaybolmuş akrabaları buluşturmaya çalışıyoruz. Her yıl 1944’deki Ölüm Sürgünü’nü anıyoruz. İlki 1944’de olmak üzere üç sürgün yaşadı insanlarımız. Aileler parçalandı. Birbirini göremeyen kardeşler var” diyor. 1944’deki ölüm treninin her Ahıskalı’nın kalbinde derin yaralar açtığını ifade eden Oğuz şöyle devam ediyor:

“Her Ahıskalı aile mutlaka bu yolculukta akrabasını, hısımını kaybetmiştir. Hiçbir suçları olmayan masum ve günahsız yaşlılar, kadınlar, sabiler insanlık dışı bir şekilde yurtlarından sökülüp atıldı. Hayvanlar ahırlarda, ekmekler sacın üzerinde kalmış, insanlar bir gece vakti, ne olduğunu bile anlamadan, nereye gittiklerini dahi bilemeden bir meçhule doğru yola çıkarılmışlardır. Aynı aileden gelin bir tarafta, anne baba bir tarafta, çocuklar bir tarafta olmak üzere ayrı vagonlara dağıtılarak götürülmüşlerdir. Affedersiniz, nice gelinler, kızlar, büyüklerinin yanında gaz sıkıntısı çekmişler, utançlarından kendilerini sıkmak suretiyle bağırsak düğümlenmesinden ölüp gitmişlerdir. Kapıları pencereleri kapalı hayvan vagonlarında insanlar ölüme terkedilmişlerdir. Vagonlar üç günde bir, kısa aralıklarla açılmış, ancak o zaman insanlar, Orta Asya’nın dondurucu soğuğunda gri bir gökyüzü görebilmişler. Hacet gidermek için trenden uzaklaşan kadınlar, ya askerlerin açtığı ateş sonucu öldürülmüşler ya da kasıtlı olarak terkedilmişlerdir. Ölüm Treni’nde bir kadının doğum sancısı tutuyor, erkekler ceketlerini veriyor, kadınlar sırt sırta veriyor. Kadın ölüyor, doğan erkek çocuğuna Garip Türk adını veriyorlar. Bu çocuk şimdi 60 yaşında ve Kırgızistan’da yaşıyor. Stalin’in ölüm treninde 17 bin ile 20 bin arasında Ahıskalı can verdi. Bu katliam değildir de nedir?”

“6 ay dediler 60 yıl oldu” 

Stalin’in ölüm yolculuğuna çıkardığı Ahıskalılardan biri de Sasiyev Nurettin Hasanoğlu’du. Hasanoğlu 1932’de Ahıska’nın Azgur kasabasında doğdu. 1944 Sürgünü’nde 12 yaşındaydı. 1956’de Taşkent Politeknik üniversitesinde mimarlık okudu. Namangan Şehri Başmimarı olarak çalıştı. 1974’de Bakü’ye yerleşti. 2’si erkek 3 çocuğu var. Azerbaycan Ahıska Vatan Cemiyeti üyesi. Şair, yazar. Ahıska dilinde yazılmış “Söndürülmüş Ocaklar” adlı kitabında manzum olarak Ölüm Sürgünü’nü anlattı. Yayınlanmış iki kitabının yanı sıra “Baba Ocağı Ana Sıcağı” kitabı basıma hazır. Sasiyev Nurettin ile Bakü’de Ahıskalılar Kurultayı’nda tanışıp söyleştik. Bize şiirlerinden okudu. Hasanoğlu’nun kaleminden çıkan, “Kıyamet gelmişdi eve girende/Dağılmış herşeyi onda görende/Bacımın saçları tel tel olmuştu/ Anamın gözyaşı bir sel olmuştu/Anam çıldırmıştı bu faciadan/Bilmezdi ne etsin, başlasın neden/Sarıldı da dedi: Oğlum bu zulümdür/Halkımıza bu sürgünlük ölümdür” dizeleri Ölüm Treni’nin dehşetini anlatmaya yetiyor.

“Her yanımızı askerler sardı” 

Halen Azerbaycan’da yaşayan Hasanoğlu sürgün günlerini şöyle anlatıyor: “10 yaşındaydım. Babam Hasan Yusufoğlu II. Dünya Harbi’nde Almanlara karşı savaşmak için askere gitti. Kolhoz’un kararıyla mektebi bırakıp çalışmaya başladım. 17 yaşı ve üzeriler savaşa gittiklerinden köyde sadece yaşlılar, kadınlar ve çocuklar vardı. Ondan evvel, eli kalem tutan ne kadar aydın varsa, mallarını müsadere ettiler, bir kısmını kurşuna dizdiler, bir kısmını Sibirya’ya sürdüler. 1944’ün Ekim ayıydı. Ayın onbeşi falandı. Angur’un dışındaki köylerden insanları toplayıp taze demiryoluna getirdiler, yük vagonlarına doldurdular. Bizim mekteplere, istasyona askerleri yerleştirdiler. Belediye binasını karargah kıldılar.

Gece sabaha doğru dört tarafımızdan makineli tüfekleriyle askerler çevirdiler. İkide bir ateş ediyorlar, kimse kaçmasın diye. Gece bizi topladılar okullara doldurdular. “Sovyet hükümetinin Türkiye ile harp etme ihtimali vardır. Sizi 6 aylığına sürgüne göndereceğiz, sonra geri geleceksiniz” dediler. 5 saat mühlet verdiler. Sonra her eve tüfenkli iki asker saldılar. Toplayıp toplayıp koyuyorlar vagonlara. Saat dokuzda eve geldim, herkes ağlaşıyor. Eşyalarımızı topladık. Annem Azimet Hanım ve yedi kardeşiz. En büyük abim 14 yaşında. Ben üçüncü çocuk, 12 yaşındayım. Diğerleri daha küçük. Süngülerle dürte dürte götürdüler.”

56 TREN AHISKALILARI TAŞIDI 

Nurettin Sasiyev, hiç unutamadığı ölüm vagonlarını ise şöyle dile getiriyor: “Vagonların kapılarını pencerelerini bağladılar. Ne su ne tuvalet var. Abimle birlikte döşemeyi deldik. Üstünü tahtayla kapattık. Gece saat 3.17’de vagon hareket edince bir ağlayış başladı. Anam o zaman saati sordu, dediler ‘3’ü 17 işledi’, bunu hiç unutmadım. Bir trende 96 vagon var. Bizim vagonda 7 aile, diğerlerinde 14-15 aile. 57 tren işlemiş. Bir tahta üzerinde onbir kişi yatardık. Biri çevrilmek istese onbirimiz birden çevrilirdik. Hava korkunç soğuk. Nere gidiyoruz, bilmiyoruz. Tiflis’te durduk, lokomotifi değiştirmişler. Üçüncü gün Bakü’ye geldik. Kapıları açıp adam başı 300 gram ekmek, ne olduğu belli olmayan sulu bir yemek verdiler. Sonra Astragan’da durduk. Pencereler açıldı, kapılar serbest edildi bir müddet. Tir tir titriyoruz. 28. günde Taşkent’e geldik. Bizi Taşkent vilayetine dağıttılar. Ailemi Stalin kolhozuna verdiler. 2 yıl orada pamuk işledik. Sonra Alimkent’e yerleştirdiler. Biz gidende Ruslar, ahaliye, “Kafkasya’dan adam yiyenler geldiler, kapınızı bacanını kapatın” demişler. Birinci gün kimseyi görmedik. Sonra anladılar adam yiyen canavarlar olmadığımızı. Babamdan en son sürgünden önceki Mayıs ayında mektup aldık. Babam, “Ukrayna’da Alman’ı telef ediyoruz. Sağ ve selamet içindeyiz bilesiniz” diyordu. Hepsi bu. Sonra haber almadık. 12 yıl babamı aradık, bulamadık, ne ölüsünü ne dirisini. Harpten dönenler ailelerinin sürgün edildiğini öğrenince neye uğradıklarını şaşırdılar, madalyalarını söküp attılar. 1956’da Korkutgillerin Kahraman’a Azerbaycan’da rastgeldik. Sürgünde askerdeydi. Bulamamış ailesini. “Sen ne arıyorsun burada, ailen Semerkant’ta” deyince sevinçten ağladı, sarıldı bize. Gitti ailesini buldu. 12 yıl bir yerden bir yere gitmemiz yasaktı.1956’da bir kanun çıktığı için ailem Azerbaycan’a geldi. Değiş tokuş yapıldı, kanun izin veriyordu. Bakü’den bir aile Fergana’ya, biz Baküye yerleştik. Üç amcam 1934’de Türkiye’ye kaçtı. Çocukları Eleşkirt, İstanbul, İnegöl, Ankara ve Konyada yaşıyor, soyadları Yıldırım. 1944’de Stalin, bizi öz toprağımızdan söküp attı. 1989’da Fergana’da evlere mendil bağladılar. Hangi ev mendilsiz Ahıskalı evidir. Yaktılar, yıktılar.

KAMALOVA: BİZİ TAHIL GİBİ SERPTİLER 

Ahıska’da doğdum. 1 aylık bebekmişim sürgünde. Bişkek’te akupuntur ve fizik tedavi okudum. 1980’lerde Az Türkler Federasyonu Kadınlar ve Kültür Kolu’nda çalıştım. 1 yıl önce Türkiye’ye İnegöl’e geldim. Eşim vefat etti. 2 çocuğum, 6 torunum var. Çocuklarım Kırgızistan’dalar. Yurtsuz bıraktılar bizi canım. İnsanın yurdu olsun, istediği yere girsin çıksın, ama Ahıskalılar özyurtlarına giremiyorlar. İkinci Cihan Harbi’nde binlerce asker verdik Ahıska’dan. Çok az insan döndü. Bir döndüler ki yurtlarında kargalar ötüyor, evlerini otlar bürümüş. Yıllarca ailelerini aradılar, şurda burda buldular. Çoğunun savaş madalyasını Ruslar söktü. Bütün bunlara dayanırdık, bu saygısızlığa dayanamayız. Bu muydu Stalin’in vefası, Sovyetin vefası. Canım, bizi tahıl gibi Orta Asya’ya serptiler. Allah’a şükürler olsun, yetiştik, bugünlere geldik. Toprağımızdan vazgeçmedik, inşallah birgün Ahıska’nın havasını teneffüs edeceğiz. Türkiye bize sahip çıksın, ilgi umarız, çünkü biz kıymetliyiz, insanız, bizim de ihtiyacımız var insan haklarına. Sadece bunu isterik. Kundaktaydım yoldaydım, 60 yaşındayım hala yollardayım.

KONYALI: HASTALIK KOL GEZİYORDU 

1939’da Ahıska’nın Siniban Köyü’nde doğdum. Karatren yürürken 5 yaşındaydım. 24 saat mühlet vermiş Ruslar. Malımız mülkümüz orada kaldı. 20 günden fazla ölülerimizi döke döke gittik. Annem, babam ve beş kardeş bindik vagona. 9 aile daha vardı. Dayım Emirşah askerdeydi. Eşi ve 2 çocuğu vagonda öldü. Hastalık kol geziyordu. Vagon durunca babam koşa koşa gitti, haber verdi, ölümüz var diye. Askerler geldiler. Ellerindeki değneklerle ölülerimizi sürükleyerek bir çökeke bıraktılar. Kırıla kırıla Fergana vadisine geldik. Savaş bitince dayım Emirşah aylarca aramadan sonra geldi buldu bizi. Eşi ve iki çocuğunun sürgün treninde öldüğünü öğrenince çöktü. 6 ay sonra kahrından öldü. 1989 Fergana faciasında 5 yakınımı şehit verdim. Eşim olayların acısından Fergana’da kalp krizinden öldü. 3 çocuğum var. Oğlumun biri Moskova’da. Ablalarım 9 senedir Azerbaycan’da. Ailemiz paramparça oldu. Ben Bursa’ya yerleştim. Ahıska’ya, toprağıma dönmek istiyorum. 2 sürgün yedik. Hak yolunu bulsun artık. İki evim kaldı Özbek’te. Sebebi neydi? Avrupa İnsan Hakları bize lazım değil mi?

Sürgün değil kırım 

1930’larda Gürcistan’dan Türkiye’ye firarlar yoğunlaşır. 1944’deki sürgün gelmeden önce durumun vehametini anlayan Ahıskalıların gidebilecekleri tek yer Türkiye’dir. Firar etmeyenleri bekleyen akıbet ise Stalin’in Ölüm Trenleri’dir

İstanbul-1930’larda Soyvet Cumhuriyeti Gürcistan’da rejimin baskısından kurtulmak için Türkiye’ye Ahıska bölgesinden firarlar yoğunlaşmaya başlar. 1944’deki toplu sürgün gelmeden önce durumun vehametini anlıayan Ahıskalıların gidebilecekleri tek yer ise Türkiye’dir. Ahıska Türkleri Federasyonu Başkan Yardımcısı Osman Çelik de 1930’larda Türkiye’ye firar eden ailelerden birisine mensup. Aynı aileden olup da firar etmeyenler ise 1944’deki Ölüm Treni’yle Orta Asya içlerine sürülüyorlar. Böylece bir aile dört beş ülkeye dağılıyor. Ahıska Türkleri bir taraftan vatansız bırakılırken diğer taraftan da böyle parçalanıyorlar.

Osman Çelik, 1960 Eleşkirt doğumlu. Çelik, Dedesi Ali Bey ve babası Kemal Bey’in Ahıska’dan firar etme öyküsünü şöyle anlatıyor: “Ailem, 1932 sonbaharında Türkiye’ye kaçıyor. Köyden gece saat iki gibi çıkıyorlar. Çoluk çocuk 40 kişilermiş. Babam 12 yaşındadır. Dedem Ali Bey, Kolhoz yönetimi başlayınca Türkiye’ye gitmeye karar veriyor. Gece Ruslar farkediyorlar, ateş açıyorlar. Yedi yaşındaki halam bu esnada bacağından yaralanıyor. Güç bela Posof’a giriyorlar. Devlet bu kafileyi Ağrı’nın Eleşkirt kazasına bağlı Güvence köyüne yerleştiriyor. Ailem daha sonra Eleşkirt kazasına yerleşiyor.”

‘3 yaşındaki kuzenim vagonda öldü’ 

Osman Çelik’in amcası firara yetişemediğinden Ahıska’da kalıyor , 1944’de de sürgüne gönderiliyor. Çelik, Ölüm Treni’ne bindirilen amcasının öyküsünü ise şöyle anlatıyor: Büyük amcam Alattin Bey Ahıska’da kalıyor. Kaçış günü amcam, kayınpederinin yanında olan eşini almak için Caral Köyü’ne gidiyor. Dönüşü gecikince dedemler beklemeyi göze alamıyorlar. Amcamla uzun yıllar irtibatımız kesildi. Amcam 1942’de savaşa gidiyor. 1944’te ailesi sürgüne gönderiliyor. Amcam savaşta ölüyor. 2 oğlu 1 kızı vardı. Babam uzun yıllar onları aradı, Özbekistan’da izlerini buldu. Onlarla mektuplaşırdı. Babam 1980’de Özbekistana gitti, akrabalarını buldu. 1944 Ölüm Treni’nde amcamın 3 yaşındaki kızı açlıktan ölmüş. Diğer iki oğlunun biri 12 diğeri 9 yaşında imiş. Çok sefillik çekmişler. Yengem ölünce bir başlarına kalmışlar.

1989 Fergana Faciası’ndan sonra amcamın büyük oğlu Nurettin Azerbaycan’a, diğer oğlu Fahrettin Rusya’nın Krasnador yöresine yerleşiyor. Krasnador’daki Ahıskalılara kimlik verilmediği için kuzenim Türkiye’ye gelemiyor. Krasnador’da 12 bin Ahıskalı aynı durumda. Nurettin vefat etmeden önce Türkiye’ye geldi, 2 ay kaldı. Nurettin abimin büyük oğlu Kemal ise, Kırım’da muhacir. Rahmetli babam, Ağrı’da yaşarken her yıl bir kaç kez Ahıska’daki köyünü görmek için Posof’un, Demirözü köyüne giderdi. Ahıska’daki köyümüz Cağısman ile Demirözü ile bitişiktir. Bir defa beni de götürdü, 9 yaşındaydım. Köyü seyretttik, bana evimizi yerini gösterdi. Evlerinin önündeki ceviz ağacının durduğunu söyledi. Köy harabe vaziyetteydi. Mezarlığın olduğu yeri otlar bürümüştü. Köyün üstü ormanlık olduğu için orada bir sanatoryum yapılmış. Bizim elma bahçemizden bir kaç ağaç Türkiye tarafında kalmış, bu ağaçlardan elma koparıp yedik.”

‘Akrabalarım nerede, bilmiyorum’ 

Ahıska kökenli işadamlarından Yaşar Işık’ın da ailesinin bir parçası Türkiye’ye firar ederken bir parçası Ahıska’da kalıyor. Durum değişmez. Kaçan kurtulur. Kaçamayanlar ise Stalin’in Ölüm Treni’ne yakalanıyor. Demirperde dönemi boyunca kimse doğru dürüst birbiriyle haberleşemiyor. Ailelerin birbiriyle iletişim kurabilmeleri 1980’lerin sonlarına doğru gerçekleşiyor. Işık, ailesinin yaşadığı dramı şu sözlerle anlatıyor: “Ailemiz Ahıska’nın Caral Köyü’ndendir. Dedem, babaannem ve beş çocuklarıyla birlikte 1930’da Cağ Suyu’nu gece geçerek Türkiye’ye giriyorlar. Devlet, ailemi Muş’un Bulanık İlçesi’ne yerleştiriyor. 17 bin dönüm arazimiz orada kaldı. Çar I. Nikola’nın verdiği tapu halen elimizdedir. Sovyet yönetimi başlayınca, Ruslar Ahıskalıları Türk casusluğu yapmakla suçluyor. Pek çok insan tutuklanıyor, kurşuna diziliyor.

Dedem bakıyor ki bu işin sonu yok, Türkiye’ye kaçmaya karar veriyor. Ruslar firarı farketmesin diye bütün atlar, davarlar, köpekler arazide bırakılıyor, gaz lambaları açık bırakılıyor, o gece yola çıkılıyor. Bu geçişlerde Türk askerleri haberli olduklarından sınırın öbür yakasında tedbir alıyorlar. Babamın teyzesi ve kuzenleri ise 1944’deki Sürgün Treni’yle Almatı’ya sürülüyor. Ahıska’dan Almatı’ya 3,5 ay sürmüş yolculuk. Yolculuk sırasında kapılar açılmamış. Bu sürgün değil, ölüm yolculuğu. İkinci Dünya Harbi bittikten sonra ailemizle akrabalarımız arasında fotoğraflar, mektuplar gidip geliyor.1994’den sonra telefonla görüşülüyor. Türkiye’ye geliş gidişler oluyor. Şu anda akrabalarımız Almatı’da, Azerbaycan’da, Ukrayna ve Türkiye’ye dağılmış durumda. Babaannem tarafındaki akrabalarımı ise hiç görmedim. Nerede yaşadıklarını bilmiyorum.”

SAVAŞTAN DÖNDÜĞÜMDE AHISKA YOKTU 

Habibi Şeker (Ahıska Adıgönü Köyü’nden) .
1904’te doğdum. 1942 yılında askere aldılar. Savaşa savaşa Berlin’e kadar gittim. Pek çok Alman şehrinde savaştım. Askerdeyken mektup aldım ailemden, 2 yıl hiç haber alamadım. 1945’de savaş bitince toprağıma döndüm. Köy bomboştu. Ailem yok idi. Evimizin önünde oturdum, düşündüm, düşündüm, bu Rus niye bize bunu yaptı diye. Savaşsa savaştık, ölümse öldük, vergiyse vergi, ne istedilerse yaptık. Zavallı köylülerden, anamdan, babamdan, eşimden ailemden ne istediler? Sora sora, ailemin Özbekistan’a gitiklerini öğrendim. Ailemi orada buldum. Bizim köyden 14 kişi gittik askere 2 can sağ döndük.

Enver Binalioğlu: Ablam vagonda öldü.
Özbekistan’da 1956’da doğdum. 1989’da Azerbaycan’a geldik. Babam Binali Arifoğlu, 1942’de askere gitmiş. Döndüğünde 4 ay kadar sonra ailesini buluyor. Annem Muhteber Hanım, Ölüm Treni’nde bir yaşındaki çocuğuyla birlikteymiş. Ablam vagonda rahmetli oluyor. Annem uzun yıllar “Mezarı bile belli değil yavrumun” diyerek bir yaşındaki bebesine ağlayıp durdu. Ölüsünü üç dört gün saklamışlar ablamın. 1989’da Fergana’da evlerimizi yaktılar. Ailemizi Moskova yakınlarındaki Bilgrot’a götürdüler. 1 ağabeyim Taşkent’te, 1 ağabeyim Bursa’da. Eşimin annesi, babası, kardeşleri Rusya’da, Krasnador’da. Demirperde yıkılandan sonra kimlik vermediler onlara. Eşim ağır bir ameliyat geçirdi, ailesi görmek istedi, pasaport vermediler. Sadece telefonla görüşebiliyoruz.

Şerefoğlu: Babam hep Ahıska’yı sayıkladı
Babam Şeref Şabanoğlu, 16 yaşında imiş sürgünde. Annem Hayriye ve iki halam da birlikte. Dayım Ellez savaşa gidip gelmemiş. Büyük babam Şaban 65 yaşında sürgünde. Dedem Ahıska’daki köyümüzde bir ev yapmış, o akşam Kur’an okutmuş. O gece köye Ruslar geliyorlar. Sabah erkenden köylüleri süngü zoruyla yük vagonlarına doldurarak götürüyorlar. Pek çok köylümüz yollarda can vermiş. Önce Kazakistan’a, daha sonra Özbekistan’a dağıtılıyor ailemiz. 1959’da ailem, Ahıska’ya yakın olduğu için Azerbaycan’a yerleşiyor. Babam ölene dek, “Ahıska, Ahıska” dedi. 2 defa Gürcistan’a götürdüm. Gizlice Ahıska’da köyümüze gittik. En son 1976’da gittik. Büyüklerimizin mezarları hala duruyordu. Babam başını mezartaşına gömüp uzun uzun ağladı.


Ölüm kol geziyordu 

1944’ün Ekim ayında, üç gün içinde tamamlanan Ahıska Sürgünü’nde binlerce insan yollarda telef oldu. Ölüm Trenleri’nde yolculuk yapanlar, “Vagonlarda ölüm kol geziyordu” diyerek anlatıyorlar o günleri.

İstanbul-Gürcistan’ın Ahıska bölgesinde yerleşik olan Türk asıllı halkın toplu sürgüne maruz bırakılması için Gürcü asıllı SSCB İçişleri Komiseri Lavrenti Beria 24 Temmuz 1944’de Stalin’e bir mektup yazıyor. Lavranti mektupta Ahıska Türklerinin Türkiye için casus potansiyeli olduğunu öne sürerek 17 bin 700 hanede yaşayan insanların sürülmesini ister. Gürcü asıllı Stalin de bu öneriyi kabul eder. 90 bin civarındaki Ahıska halkının sürgünü 3 gün içinde süratle tamamlanır. 40 bin Ahıskalı ise önceden cepheye sürülmüştür.

40 bin Ahıskalı Kazakistan’a, 30 bini Özbekistan’a, 16 bini Kırgızistan’a dağıtılır. Aslında amaç, Gürcistan’da etnik arındırma yapmaktır. Stalin’in sürgün ettiği diğer müslüman halkların daha sonra yurtlarına dönmelerine izin verilirken Ahıskalılara bu hakkın tanınmamış olması bu görüşü doğruluyor. Ölüm Trenleri’nde yaşanan tüyler ürpertici dehşet sahnelerini yaratanların sosyalist kisveli olmaları ayrı bir garabet örneği. Dünya kamuoyu Ölüm Trenleri’nde yaşananları uzun yıllar geçip Demirperde çökünce öğrenecekti.

Bir şair bu dramı, “Karların üstünde mazlumlar kanı/Ölenler çok, fakat mezarlar hani” diyerek anlatıyor.

Kaçan kurtuldu kalanlar sürgün 

Ahıska Türk Dernekleri Federasyonu Başkanı Veysel Kılıç’ın ailesi gelecekte neler olabileceğini sezmiş gibidir. 1930’larda yaşananlar 1944’ün habercisidir. Kılıç ailesi 1933’de Türkiye’ye geçer. Kılıç, kaçış öyküsünü şöyle anlatıyor: “Babamlar 150 aile ile 1933’de bir gece yola çıkıyorlar. 2 kılavuz tutmuşlar. Ruslar ateş açınca kafile bölünmüş. Babam yol iz bilmiyor, hep güneye gideyim demiş. Bir yarın tepesine gelmiş. Atın dizginini tutmuş. Annem atın sağ yanında, amcam bir yanında, atın heybelerinde çocuklar. Mermiler gidip geliyor. At, sürüklenerek kayıyor. Babam atın başını bırakmıyor. Bir taraftan salavat getiriyor.. At, taşlık bir yerde duruyor. Babam, “kız” diyor. Annem de “adam” demiş. O zaman anlıyor kimsenin ölmediğini. Kılavuzlar babamı buluyorlar. Kafile sudan geçtikten sonra Türk jandarması babamları teslim alıyor. Kışı Kars’ın bir köyünde geçirdikten sonra Ağrı’nın Molla Süleyman köyüne yerleşiyorlar”

Kılıç’ın üç amcası ve yedi ablası Ahıska’da kalıyor. 1944 ‘te büyük amcası, teyze ve halaları Özbekistan’a sürülüyor. 1989’daki Fergana Olayları’ndan sonra bir kısmı Ukrayna’ya bir kısmı Azerbaycan’a yerleşiyor. Kılıç, 1962’de ölen amcasını hiç görmemiş. En küçük halası Ukrayna’da, 97 yaşında. Bir oğlu var, onu da görmek kısmet olmuyor. Herhangi Ahıskalı bir ailenin portresidir bu.

“Ölüleri battaniyelere sarıp sakladık” 

Ölüm Trenleri’nde yolculuk yapanlardan birisi de o günlerde üç yaşında olan Sürmeli Rızaoğlu. Şimdi Bakü’de yaşayan Rızaoğlu’nun hatırladığı tek şey iniltiler, tüfekli askerler, uğultular ve koyu bir kanarlık. Ölüm yolculuğuna ait detayları anne ve babasından dinlediğini belirten Rızaoğlu anlatıyor:

“Ahıska’nın Anhır köyünden 1944’te Özbekistan’a sürgün edildik. Ruslar, köylülere, “Geri geleceksiniz, yanınıza bir şey almanıza gerek yok, sadece üç günlük yiyecek alın” demişler. Gidiş o gidiş. Bir daha da dönemedik. Ahıska’dan uzaklaştıktan sonra askerler, “Sizi sürekli olarak Sibirya’ya gönderiyoruz” diyerek alay etmişler. Babam Rıza , annem Gülhanım’la biz 2 kız 4 erkek kardeş çok cefalar çekmişiz yollarda. 3 ağabeyim İkinci Cihan Harbi’nde askere alındı. Her üçü de sağ döndü 1943’de. Sonra hepimiz sürgüne gönderildik. Vagonlarda ölüm kol geziyormuş. Pek çok Ahıskalı yollarda can vererek, oraya buraya atılmışlar. Ölülerimizi Ruslara vermemek için battaniyelere sarıp onlarla yolculuk etmişiz. Gözyaşları sel olup akmış. Ben ölümden dönmüşüm.

Ateşler içinde yanmışım günlerce. Bir yerde durunca tren karla ovmuşlar beni. Özbekistan’a varanda çok zahmetler çektik. Yusuf abim, açlıktan arpayı ota karıştırıp yemiş, zehirlenip öldü. Her tarafı şişmişti. 1989’da Azerbaycan’a geldik. Üç kardeşim, anne ve babamın mezarları Özbekistan’da kaldı. Bir kardeşim burada vefat etti. Ağabeyim Enver ve bir kızkardeşim Rusya’da yaşıyorlar. Büyükbabalarım ise Ahıska’da yatıyor. Tek hayalimiz Ahıska’da mezarlarımızı birleştirmek.”

Bizi Sibirya’dan dolaştırdılar

Ahıska’nın Adıgün Köyü’den sürgün edilenler o günleri şöyle anlatıyorlar:
Haberimiz yoğ idi. Saat gece 10’a kadar köyün içinde durduk. ‘Şimdi gidip yatın’ dediler. Sabah namazı açılmadan her kapıya iki asker yolladılar. ‘Tez çıkın’, dediler. Hiçbirşeyimizi alamadık. Tren hareket eder etmez bir gürültü koptu, ağlaşmalar, feryatlar. İtler ürüyor, hayvanlar bağırıyor. Yol dersen bir felaket. Ölülerimizi vagondan atıyorlar, kara gömüyorlar. Hastalık oldu, kırıldık. Ben dört yaşındaydım. Bir müddet sonra tren durdu, hava çok soğuk, trenden inip odun getirip yakmak için çıkanlara askerler makineli tüfekle ateş açtılar, bir çok kişi yaralandı, bir Ahıskalı öldü. 1 ay kadar vagonda kaldık. Nereye gidiyoruz bilmiyorduk. Belalarla uğraşa uğraşa Özbek’e kadar geldik.

“İki saatte hazır olun dediler” 

Azerbaycan’ın Sadrabat kasabasında yaşayan Halil Şeker anlatıyor: “Sürgünde 15-16 yaşındaydım. Mektup yolladım askerdeki abime, bizi sürdüler diye. Öyle haberi oldu. Büyük abim Paşalı da askere gitti, gelmedi. Bir kardeşim sürgünden önce yaralı geldi askerden. Bir gün Ruslar geldiler, ‘2 saata hazırlanıp çıkacaksınız’ dediler. Herşeyimizi bağladık. Köyün kenarına çıkarttılar. Askeri arabalarla istasyona götürüp vagonlara tıktılar. Treni Ural dağlarından, Sibirya’dan, soğuk yerlerden dolaştırdılar daha çok kırılıp ölelim diye. Sonunda Özbek’e geldik. Yüzde 30’umuz yollarda kırıldı.”

Kirpiklerimize bit düştü

“Vagonlarda ne su var ne tuvalet. Pencereler kapılar kilitli. Geceleri göz gözü görmüyor. Gündüz olduğunu aralıklardan sızan güneş ışığından anlayabiliyoruz. Namaz kılamıyoruz, yunamıyoruz. Kirpiklerimize kadar bit düştü. Her türlü hastalık bizi buldu, her akşam biri ölüyor. Bir aileden 16 kişinin yarısı yolda, yarısı Özbekistan’a varandan sonra öldü. Bir kişi bile kalmadı bu aileden, soyunu sopunu kuruttular. İçimize attık acımızı, ama yıkılmadık.”

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER